5 Ocak 2011 Çarşamba
Wristcutters: A Love Story (2006)
Kült film mertebesinin bahşedildiği “indie” tandanslı filmlerin genel özelliği kendi içlerinde barındırdıkları naifliktir. Bu filmlerin naif yanı, hayatta herkesin tecrübe ettiği bir durumu masal formu içine sokarak uzatmasıdır. Kısacası, intiharın aslında bir nevi uyumak olduğunu sanıp, bütün bir hayatın aslında bir rüya olduğunu –tabii buradaki geleneksel inançtan beslenmeyerek- söylerseniz ortaya izlenebilecek bir film çıkarabilirsiniz. Ama, birileri sizi şöyle eleştirecektir: Siz ölmeyi bayılmak sanıyorsunuz herhalde.
Hayatta zaten tecrübe edilen bir durum derken kastedilen, örneğin, bir sevgiliden başka bir sevgiliye geçerken yaşanan eski benliğin ölümüdür. Arzu nesnesini (bu film için Desiree) kaybeden aşık, nostaljinin etrafında dolanarak bir çeşit araf’a düşer. (Bu hikayenin edebiyatta en güzel işlenmiş hali için bkz. Kayıp Zamanın İzinde)
Yol boyunca kahramanın yardımcıları (bkz. Masalın Biçimbilimi) tekrar eve dönmesi için kahramana büyülü eşyayı sunarlar. Wristcutters’ın büyülü eşyadan anladığı şeyin, neoliberal ‘küçük şeyler’ (yıldızsız göğe yıldız olan kibrit) mefhumundan öteye gidemediği aşikar. Filmin naifliğinin komik gelmesinin nedeni de, “benliğin ölümü” meselesini birebir intihar fenomeniyle karşılaması; aşk mevzuuna romantik ikililik dışında bakamaması – okur Hitchkock’un “geçici üçlü ön sevişmelerini” hatırlamalı, bkz. Kör Alan ve Dekadrajlar-, intiharı bir ergen fantazmagorisi telakki etmesidir. Mesela, arzu nesnesini (Desiree) arayan kahramanın aslında Desiree’i değil, desire’ı aradığını kabul etmek istememektedir. Bu nevi filmlerin son örneği, alternatif dünya ve paralel evren gibi mefhumları bir manga gerçekliği üzerinden anlatan Scott Pilgrim’di.
Kült filmlerin diğer bir özelliği de, zaten kült olan fenomenleri dolaşıma sokmasıdır. Everything is Illuminated filmiyle beraber, Gogol Bordello trendinin kült olduğu hatırlatılmış olur. Zaten hepimiz Tom Waits’in başka bir dünyanın adamı olduğunu düşünüyorduk.
Wristcutters üzerinden devam edersek, bayağı bir ergen romantizmi tasavvuru, gerçekliği başka bir tarafta değil de var olan içtimai gerçeklik vasıtasıyla kurar. Donnie Darko filminde öte dünyaya gitme izleği kahramanın ölmesiyle son bulur; Scott Pilgrim’de hipergerçeklik olan yeni sevgilinin birçok eski sevgilisi olmasıdır; Wristcutters’da ise bu bir sevgilinin gerçekliğinden başka bir sevgilinin gerçekliğine taşınmaktır. Ölümden ötesini düşünemeyen modernist algı (Wristcutters’ta hala beden-ruh ikiliği meselesine inanmış bir Mesih bulunur) kendi gerçekliğini yeniden inşa etmiş olur.
Belki kızılacaktır ama biz Gılgamış mitinin, bir indie hikayeye meze edilmesine, hala, hayıflanmaktayız.
Yine aynı konuyu kendine has üslubuyla işleyen Wong Kar Wai’nin Chungking Express filmini düşündüğümüzde, günümüz sinemasının “bağımsız ruhunun” Sundance’ten filan değil “ikinci ve üçüncü” dünya sinemalarından sudur edeceğini anlayabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder