8 Ocak 2011 Cumartesi

I Am Love (2009)



Her üyesini ayrı ayrı saran büyük aile anlatılarının 21. yüzyılda nasıl şekilleneceği merak konusudur. Temel olarak kültür (aile) ve doğa (benlik) arasında kurulan konsensüsün, parçalanışının izini 19. yüzyılın büyük romanlarında, Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ında ve Virginia Woolf’ün kimi romanlarında sürmek mümkün.

Toplumun pederşahi düzenlenişinin, seks devrimi ve eşcinsel kimliklerle tecrübe edeceği çatışmanın, kaçınılmaz olarak doğa (benlik) lehine kazanılacağı malum. I am Love, her şeyin değişmek zorunda olduğunun defaten tekrarlandığı bir film. Ailenin biraradalığını sağlayan sermaye’nin, aile fertlerinin kişisel hayal kırıklıklarına sebep olduğu Buddenbrooklar ailesinin, kitabın sonunda baki kala kadın kahramanı ve henüz çocukken ölen son ferdinin hikayesiyle I am Love’ın anne ve oğlunu karşılaştırmak faydalı olabilir.

Tilda Swinton’un canlandırdığı Emma karakterinin aileye sonradan katılması ve neredeyse filmin sonuna kadar ailenin işleyişini kontrol etmesi, filmin sonunda büyük oğlunun ölmesine (büyük sermaye ve kadına ‘doğal’ Rus kimliğini hatırlatan aşçı ‘Pan’ ile beraber) iştirak edeceği gerçeğini değiştirmez. Kişisel furustrasyonlarına rağmen aile dışında ne yapacağını bilemediğinden, kitabın alt başlığında belirtilen yıkımı engellemek için elinden geleni yapan Tom’un tam zıddıdır Emma.

I am Love filminde, aile babasının neredeyse hiçbir rolü yoktur. Babasının (ailenin temeli olan fabrikanın kurucusu) istediği şekilde davranmış, şirketi devralmaya hazırlanmaktadır. Evin annesinin kimin nereye oturacağını tayin ettiği son doğum gününde, fabrikanın başına oğlu ve torununu birlikte geçiren dede, hemen sonra ölür. Aile babasının rolü, diğer kardeşle beraber aileyi dağıtmaktan ibarettir.

Filmin garip gerilimi de burada yatar: Dede-baba-torun zincirinde baba zinciri koparan, torun ise tekrar birleştirmeye çalışandır. Filmin başındaki toplantıda, aile fertlerinden biri olarak bir karşılaştırmayı kaybetmesi ve bunu pek de önemsemesiyle, aile zincirini koparacak olanın torun olduğunu düşünürüz. Mağlubu olduğu aşçı arkadaşının, yemeğin sonlarına doğru konakta görünmesi, aralarındaki gerilim, torunun (Edo) eşcinsel kimliğiyle sorun yaratacağını düşündürür. Oysa ki, filmde eşcinsel kimliğini, anne ve Edo yardımıyla, yaşayabilen kahramanımız kız kardeştir.

Babanın aile zincirini yok saydığı, torununsa tekrar üretmeye çalıştığı filmde, Edo, mağlup olduğu Antonio ile birlikte bir restoran açmak istemektedir. Edo’nun Antonio ile herhangi bir cinsel gerilim yaşamaması, aksine ailenin annesinin Antonio ile bir aşka yelken açması, devri daimini sağlayan mültecinin aileyi yıkmasına neden olur. Emma, Tom’un aksine aile (kültür) olmadan da yaşayabilmektedir. Edo hem annesinin Rus kimliğini hem de dedenin sermayesini devralmaya çalışır. Tam bu noktada, Edo’nun en sevdiği çorba, gerilimin tecellisi için servis edilir.

Annenin Rus kimliğini unutup İtalyan kimliğine bürünebildiğini görürüz. Buna rağmen, anne, İtalyan kimliği ile ilgili bir sorun yaşadığında mutfağa koşmakta, Edo’nun en sevdiği çorbayı pişirmektedir. Bu çorbanın hazırlanabilmesi için, onlarca değişik malzemenin toplanması, dolayısıyla birinin aşçıya tedarik için yardımcı olması gerekmektedir. Malzemeyi tedarik eden Antonio olacaktır.

Dedenin ölümünden sonra, ailenin soy adı olan kurumsal kimlik, daha büyük ve daha global bir firmaya iltihak edilir. Edo buna karşı çıkmakta ama mecburen kabullenmektedir. Bu büyük yemeğin aşçısı olan Antonio, Edo’nun en sevdiği anne (Rus) çorbasını hazırlar. Edo artık katlanamaz. Hem şirketi hem de annesini kaybetmiştir. İlk başlarda şirketin (aile zincirinin) kaybedilmesi pek de ehemmiyetli değil gibidir ama büyük sermayeyle varılacak konsensüsün toplantısında anne çorbasının, anneyle aşk yaşayan Antonio tarafından sunulması, her şeyin sonu olur. Edo, annesine teşekkür edip dışarı çıkar. Garip bir şekilde, evden çıkmaz ve annesini bekler. Anne gelir, Rusça tartışılır. Anne her şeyi Antonio’ya verdiği için eleştirilir ve trajikomik kaza gerçekleşir. Tartışma sırasında Edo başını taşa çarpıp ölür.

Ölümden sonra, ailenin devri daimini sağlayan Emma’nın ambale olduğunu görürüz. Her şeyi çekip çeviren Emma, robotlaşmıştır ve kendi başına hareket edemeyecek raddeye gelmiştir. İzleyici bunun oğlun kaybıyla, dolayısıyla kültürel bir şeyle alakası olduğunu düşünür. Halbuki, durum böyle değildir: Cenaze sırasında Emma, kocasına Antonio’yu sevdiğini söyler. Kocası, Emma’ya artık hiçbir şey olduğunu belirtir. Emma aceleyle eve avdet eder. Elbiseler toplanır, ziynet eşyaları evde bırakılır. Evin lezbiyen kızı, annesinin hareketini tasdik eder. Edo’nun karısı hamile kalmıştır.
Edo’nun karısının hamile kalması çok anlamlıdır. Dede-baba (Edo)-torun zinciri, ailenin nişanesi ve çarkı olan kurumsal kimlik olmadan da var olabilecektir. Dolayısıyla zincirin gardiyanı Edo ölünce, korunacak pek bir şeyin kalmadığını düşünen bizler, zincirin devam ettirilmesiyle, artık ulusal büyük ailelerin yıkılmak zorunda olduğunu, pedarşahi zincir bekçiliğinin sadece ölüme yol açacağını ve global geç kapitalizm devrinde seks ve kadının toplumsal cinsiyet ve kültür olmadan da hareket edebileceğini öğreniriz.

Edo ve Antonio’nun eşcinsel olduğunu düşünelim. Edo ölmeyecek ve anne de düzenleyicilik görevini sürdürecekti. Tabii, böyle olsaydı, seks ve benlik (doğa) ilişkisini izhar eden doğadaki cinsel ilişki sahnesi, iki erkek arasında gerçekleşecek ve fim de neredeyse 2 saatlik bir uzunluğa sahip olmayacaktı. Daha da önemlisi, baba şirketi sattığında Edo laf etmeyecek, Antonio ile kuracağı restoranda mutlu mesut yaşayacak ve zincirin devamlığını sağlayacak bir oğlu, muhtemelen, olmayacaktı.

Aynı zamanda filmin senaristliğini yapan yönetmenin, kadın eşcinselliğiyle bir sorunu olmadan, erkek eşcinselliğini önlediği, böylece “post-modern” bir dünyada aile zincirini yeniden inşa ettiği görülmektedir. Ulusal kültürün, globalize edilip içinin boşaltıldığına şahit olacaktık. Vakıa, “sermayenin demokrasi olduğu” bir dünyada, aile kurucu işlevini global kimliğe devretmiş; anne böylece hem Rus kimliğine hem de kendi bireyselliğine kavuşmuştur. İzleyicinin aklına kazınacak problematik ise, Edo ile Antonio arasındaki arkadaşlıktır. Şirketin satılışının çorbasına imzasına atan Antonio, Edo’nun cenazesine dahi katılmamıştır. Lakin, neden Edo kurban edilmiştir? Edo’nun herhangi bir şekilde modern pederşahilikle bir alakası olmadığını düşünen bizler, Edo’yu annesinin cinsel kimliğini (benliğini) yeniden kazanmasına öfkeli olduğu için suçlamalı mıyız?

İtalya’nın global ekonomi içinde yaşadığı krizi de düşününce, Tilda Swinton’un neden İtalyanlaşmış ve tekrar Ruslaşacak bir anneyi oynadığı sorusunun cevabı verilmiş olur. Tabii bu durumda Rus kimliği, bütün ulusal kimlikler gibi, global dünyada sadece bir “alt-kültür” olacaktır. Görüntü yönetmeninin büyük bir başarı sergilediği, senarist yönetmenin de bu başarının metnini başarıyla hazırladığı aşikar. Milano’daki ev ve fabrika sahneleri, düzenin nasıl işlediğini kemaliyle izhar ederken, San Remo’daki sahnelerse doğayla karşılaşacak anneyi nasıl bir son beklediğini kendine has suspense’iyle gösterebilecektir.

Filmin, sinematografik başarısı, düzen içinde gösterilebilecek yüzlerce farklı sahne olduğunu hatırlatmasında yatar. Evin büyüklüğü, katlar arasındaki merdiven, hizmetçilerin ve mutfağın olduğu kattaki hummalı çalışma, yemek masasının şaşalı kalabalığı, karakterlerin kopmaya müheyya gerilimleri ile süslenir. Doğadaki sevişme sırasında gösterilen, normalde görünmeyen karınca ve bilimum canlı, hem sevişme sahnesinin kemaliyle gösterilmemesine, hem de sevişmenin büyük doğal işleyişin sadece bir parçası olduğunun hatırlatılmasına yardımcı olur. Filmin trailer’ına bakıldığında, aslında hikaye zamanına çok da katkısı olmayan Antonio ve Emma ilişkisinin ön plana çıkarıldığını görürüz. Filmin görüntü rejimiyle ve senaryosuyla da kardeşlik kuran bu ön plana çıkarma işlemi acaba başka filmlerde de karşımıza çıkacak mı?

Anlaşılan o ki, doğada keşfedilen cinsellik ile kızın Londra’da keşfettiği eşcinsellik birbirinden pek uzak değildir. Bize kalan, global dünya ile cinsellik arasında kurulan demokratik konsensüsün nasıl bir kültürde varlığını idame ettireceğini merak etmektir. Mesela Ferzan Özpetek’in mebzul “queer neşeli” son filmi Mine Vaganti yeni konsensüse verilebilecek örneklerden biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder