3 Ocak 2011 Pazartesi
A Special Day (1977)
Hitler 1933'te başa gelir, 1934'te darbe ile Führer olur. Bütün tarihsel anlar gibi nazizmin de bir evveliyatı vardır. Kolonyalizmden yeteri kadar nasibini alamayıp ancak 1800'lerde ulus devlet statüsü kesbeden Almanya ve İtalya, yeniden kutsal roma germen hamasetine kapılıverir. Sparta disiplini, protestan ahlakı ve Roma hamaseti faşizmin inkişafının müsebbidir.
Kultur ateşi herkesi sarmış, Dreyfus vakası Fransız ırkçılığının kapılarını açmıştır. Fransız aristokrasisinin tarih sahnesinden ayrılışının kontürlerini belirleyen bu vaka, diyalektik bir manivelayla fransız orta sınıfının da siyasi iktidarda özel bir rol oynamasına olanak verir. Marx, Louis Napoleon'un tarih sahnesinde kendine yer bulmasının, malları ipotek altındaki küçük çiftçiler ve bohemler (baldırı çıplaklar, sınıf düşkünü entelektüeller, dilenciler) tavassutuyla gerçekleştiğini belirtmiştir.
Freud, medeniyet (Alm. Kultur) tasavvurunun kazandığı ehemmiyeti ve bu tasavvurun beraberinde getirdiği hoşnutsuzlukları Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları (1929) adlı çalışmasında inceleyecektir. Freud'a göre medeniyet mefhumunun en önemli öğeleri düzen ve temizlik arzusudur. Medeniyet bir anda kolektif bir fantazmagori yaratıp bireyselliğin altının oyulmasına da yol açacaktır.
Alman ve İtalyanların faşizm sonrası dönemde çektikleri bol yahudi kıyımlı, bol üzünçlü ve bol nedametli hazin filmerinden sıtkı sıyırılanlar için bütün bunlar çok da uzak meseleler değil (James Wood, Kurmaca Nasıl İşler kitabında edebiyatını beğenmediği Safran Foer'u ihsas ederek, arkadaş bir eserde de faşizm kalıntısı yaşlı adam olmasın diyecektir).
Şimdi oturup bütün bu geleneği tek tek incelemenin lüzümu yok. Ama Eisenstein ve Leni Riefenstahl filmlerine bakmak, Hollywood'ün taşeronu Spielberg'in filmlerine göz atmak (göz atın, oturup izlemeyin) yeterlidir.
Bize göre bu filmlerin en temel özelliği faşizm sonrası Avrupa'nın nekehatidir. Dolayısıyla bir hastalık olarak düşünülmeye çalışılan faşizm dalgasının filmlere yansıması genelde bir seyehat, keşke olmasaydı denilen gelip geçici bir vaka niteliğindedir. Faşizm bu filmlerde bir seyirliktir. Fellini dışında pek az yönetmen faşizmin seyirlik oluşunu kavrayabilmiştir. Amarcord, festival sırasında gelen Gemi'nin kasaba meydanındaki geçit törenini panayır havasına büründürerek Avrupa halkının faşizme bakışını içeriden anlatabilen nadir filmlerden biri olur. Amarcord, grotesk dünya tasavvurunun (bkz. Bakhtin) faşizme bakışını ustalıkla anlatırken, bu meseleyi ele alan tonlarca yönetmenin filmlerinde ise mihaniki (zorla canlandırılmış, robotik) bir ciddiyet göze çarpar.
Genelde bir ailenin, bir kurumun, belirli bir zümrenin, olayların dışında kalan birkaç insanın etrafında dolaşan bu zorla canlandırılmış ciddiyet, faşizmi evin dışında var olan ve kendi kahramanlarının da uzakta kaldığı bir film, bir dış ses veya kötü bir oyun telakki eder.
Ettore Scola'nın Una Giornata Particolare filmi, 1938'de, yakınlarda imzalanmış barış antlaşmasının pekiştirilmesi için Mussoloni'yi ziyerete gelen Hitler'in İtalyan halkında bıraktığı izlenimler üzerinedir. Bu filmde bütün site sakinleri faşizmi bir meksika dalgası halinde içselleştirmiş gösterilir. Kendisinden önceki geleneğe ayak uyduran Scola, faşizmin dışında kalan karakterini karşı pencereden seçer. İki pencere: Faşist, Antifaşist. Açı, karşı-açı.
Neredeyse bir Stokholm sendromu yaşayan Antonietta, hem sürekli kendisine yüklenen (çünkü hizmetçisi yoktur) çocukların bakımı, evin düzeninin sağlanması ve temizlik külfetinden yakınıp hem de Mussoloni fantazmagorisinin içinde yaşamaktadır. Karşı penceredeki Gabriele ise hiç kimseyle anlaşayaman, düşünceleri nedeniyle evinde tecrit altında tutulan antifaşisti oynar. İtalyan radyosu gümbür gümbür marşlar çalıp bütün siteyi titretirken, bizim radyo spikerimiz ise Gabriela'yla kahve içmektedir.
Papağan kaçıp Gabriele'nin apartmanına yönelir. Gabriele ve Antonietta bu sayede tanışır. Radyo spikerliği yapan Gabriele'nın anti-faşist olduğunu düşünürüz. Bir kere dışarıyla kurduğu ilişki sokağa çıkmak değil, telefon vasıtasıyladır. "Hepsini okuduğu" kitapları, plağı ve rumba yapması, evdeki kübist tablo kendisinin neredeyse bir aristokrat inceliği sergilediğini düşündürür. Hayata bakışı, Calvinovari bir "hafiflik" içindedir. Görmek istediği Antonietta'nın evine gider, orada çocuklardan birinin scooter'ına biner, evin sürekli düşen avizemsi ampülünü düzeltir. Faşizm görülmez, işitilir. Hem böylece herkesin içinde yatan faşist temayül hatırlatılır.
İzleyici bu neviden etvarın, Gabriele'in sönmüş ışığının, ciddiyet dışı bir erkek sayesinde onarılması için sergilendiğini düşünür. Yönetmen seyircinin heteronormatif bakışındaki pederşahiliği göstermek için Gabriele'in aslında anti-faşizmle ideolojik bir kavgası olmadığını, fakat faşizmin gerektirdiği yeterli erkeksiliği taşımadığı için (Gabriele eşcinseldir) radyodan kovulduğunu gösteriverir. Erkeksilikten eşcinselliğe geçiş, Antionette dahil, kimsenin aklına gelmeyecek şekilde kurulmuştur. Burada, aristokratik havailiği grotesk bir tavır sanan erkek bakışı ters yüz edilir. Herkesin içinde yatan faşist temayül aslında heteronormativizmdir.
Gabriele'nin eşcinsel olmadığını belgeleyen doktor raporuna rağmen işten atılması (pederşahi fantazmagoriye kapılanlar "sokakta, eşcinsel olmadıklarına dair belgelerle dolaşmazlalar")ancak Antonietta'yla tanışana kadar büyük bir sorundur. Antoietta ile karşılaşmadan evvel Gabriele'in etvarı hüzünlü bir ciddilik taşır; karşılaşma sonrasında ise bu yerini (eşcinsel) havailiğe bırakır. Neden?
Yönetmenin kadına bakışında hem bir sempati hem de bir eleştirel stans görülüyor. Stokholm sendromu, Gabriele'nin bacakları -ki Sophia Loren'in bacakları hakkaten meşhurdur- nagehan karşılaştığı Mussoloni'nin karşısında titreşir. Yönetmen, medeniyetin bütün angaryasını sırtında taşıyan kadının pederşahilik karşısındaki bovarzmini eleştirir görünmektedir.
Sonuç a): Evet, Sophia Loren bile olsa, her kadının kalbinde bir faşist yatmaktadır. Faşist Sophia Loren bile, antifaşist, eşcinsel bir Marcello Mastroianni'ye -her iki anlamıyla- dayanamaz.
Yönetmenin erkeğe ve erkekliğe bakışı ise obskürdür. Neden Gabriele kendini zorla kahve içmeye davet ettirir, neden kadının sönmüş kadınlığı onarır ve neden kendisine atanan erkekliğe boyun eğerek Antonietta ile yatar? Herhalde ancak şöyle açıklayabiliriz:
Sonuç b) Evet, eşcinsel ve anti faşist bir Marcello Mastroianni bile olsanız, faşist, bovarist ve altı çocuklu bir Sophia Loren'a karşı koyamaz, gönül indirirsiniz.
Sonuç: Yönetmen, içsellişmiş faşizmin kolektif müstesnalığını (partikülerliğini) Antonietta üzerinden, yersiz yurtsuz bir adam (Yönetmen dahil bütün Avrupa entelektüelleri) için faşizm içerisindeki bireysel özelliğini ise Gabriela üzerinden anlatmak istemiştir. Fakat, her zaman olduğu gibi, kız meselesi işin içine girince, obskürite boy verir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder