2 Ocak 2011 Pazar

3-Iron (2004)

Bu yazı daha önce başka bir yerde neşredilmişti. Buraya aktarmamın nedeni, Oldboy yazısının 6. maddesinde dile getirdiğimiz kendi üst-yorumunu haiz filmler tezinin teşrihidir.



Uzakdoğu sinemasının psikanalitik eleştirel teoriyle hesaplaştığı filmlerden biri Madeo’dur. Oğlunun, konvansiyonel görüşe göre aptal kabul edildiğini gören bir anne; annesinden ayrılamadığı için bireyselliğini yani sosyalliğini tam olarak kuramayan, ayna evresinden geçmeyen oğul.

Anneyle oğlun birbirinden ayrılması, anne-oğul ensesti gerekçesiyle; ama daha çok oğlun “doğru dürüst” bir sosyal ben inşa edebilmesi için şart koşulur. Kapalı kültürlerde ev eşrafının, başkalarının, misafirlerin vb. yanında çocuklarını kucaklarına almaması, sevmemesi vb. tam da bundan kaynaklanmaktadır. Boş ev metaforunu düşünelim. Çocuktan, misafirlerin yanında, evde sadece misafirler varmış gibi, anneyle baba hiç yokmuş gibi davranması istenir.

Madeo’da ise Dil’i yani sembolik arzuyu inşa edebilen karakter, buna rağmen annesiyle yatmaktadır. Burada psikanalizin cinselliğe bakış açısının sadece sex değil, oğlun bütün sembolik icraları olduğunu hatırlatmakta fayda var. Psikanalizin cinsellik anlayışı, anneyle kurulan beş duyuya bağlı olmasına rağmen, ortada dil öncesi bir symbiosis var olduğu için, aşkınlık görünümünde bir ilişkidir. Anneyle kurulan her ilişki haz alma ilişkisidir; ama bu haz alma temel olarak doğal ihtiyaçların karşılanmasıyla sağlanır. Mesela Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra adlı romanında kahramanlardan birinin seruma bağlı, kendisinin tuvalet temizliğini sağlayacak bir hizmetçi ile bilinçsiz bir şekilde yaşaması isteği anneyle kurulan ihtiyaçların hazza dönüşmesi ilkesi gereğince düzenlenmiştir.

Anneden ayrılamamak, dünyanın yadsınmasını da içinde, a priori, barındırır. Öznenin görülmeden görme isteği (pulsion scopique), anneyle kurulan dil öncesi, arkadyak ütopyadan esinlenmiş tinselliğin doğrudan yaşanması fantezisi ile birleşir. Burada Freud’un ambivalans mefhumunu kullanışından bahsetmek gerekir: Sevgi, her durumda kendi antitezi nefretle bir arada yaşanır; görme isteği bir şeyi görme korkusu, görmeme arzusuyla bir arada tecrübe edilir. Öznenin görmek istemediği şey, anneyle arasına giren dolayımlayıcı babadır (tabii babayla beraber “babanın isimlerini” taşıyan dünya da görülmek istenmez)

Anneyle kurulan “tinsel”,” mistik” ilişki, ancak babanın araya girmesiyle bozulabilir. Kendisinin ihtiyaçlarını karşılamak yerine, annenin sosyallik içinde, başkasına göre varolduğunu hisseden oğul, ömrü boyunca, araya girecek bu başkasından nefret edecektir. Oedipus Kompleksi denilen şey budur. Kendisinin yaratıcısı olduğu için, kendisine haz vermesini beklediği annenin, başkası için var olması çocuğun ilk gerçeklik furustrasyonudur. Haz egosundan vazgeçmek zorunda kalan çocuk, gerçeklik egosunu kurmaya başlar. Bu Lacan’ın ayna evresiyle tanımladığı şeydir. Ayna evresinde çocuk, babanın isimlerini taşıyan dünyayı bir mekan olarak algılamaya başlar. Baba çocuğun dolayımcısı olur ve çocuk sosyalleştikçe yani düşüncenin ve dünyanın yuvası olan dil ve yetisini geliştirdikçe anneden ayrılmaya başlar.

Konvansiyonların “normal” addettiği özne inşası böyle başlar; fakat sorun şu ki, anne gibi mükemmel bir varlıktan (cennetten) ayrılan çocuk için medeniyet hoşnutsuzluklarıyla birlikte gelecektir. Medeniyet kendi içinde konvansiyonel düzen ve temizliğe doğru inkişaf eder. Medeniyet sizden düzen ve temizliği içselleştirmenizi ister (Bu içselleştirme zaten anal döneme tekabül eder). Düzen ve temizliğin olumlu yan anlamlar barındırdığının farkındayım, ama esas anlamıyla düzen ve temizlik rejimi faşizmdir. Özne, bu faşist rejim karşısında, münhasıran agresif davranacaktır.

Faşizmin, günümüz “geç kapitalizm”indeki tezahürüne karşı, en olumsuz ve belki de işe yaramaz eleştiririn Otomatik Portakal olduğunu ve mezkur filmde de haneye tecavüzün yaşandığını hatırlamak gerekir. Agresif baş kahramanın, daha sonra yaptıklarını tek tek ödemek zorunda kalmasıyla biten ve benim için bir ergen isyanı fantezisinden başka bir şey olmayan Otomatik Portakal da aynı psikanalitik teoriyle ilerler (şimdi neden kahramanların barda süt içtiği ve Dil’i kabul etmeyerek dili bozduğu anlaşılmıştır herhalde).

Agresif kahraman böyle davranırken, düzen ve temizliği içselleştirmiş, sineye çekmiş özneler ise, bastırdıkları haz ihtiyacını iki farklı şekilde görünür kılarlar:

1) Görme arzusu: Esasında, ev’e, yani anneye benzer bir görüntü oluşturmak için çalışmaktır. Zalim baba-nın-ismi ve hedonist anne korkusunun (bkz. Hamlet) günümüzdeki tezahürü olan pornografi, korkunun ambivalans ile fanteziye dönüşmesi sayesinde var olur.

2) Görmeme arzusu ya da Lacan’cı mefhumla ifade edersek “yanlış-biliş”. Temizliği ve düzeni sineye çekmiş özne, anneyle babanın kendisinden ayrı inşa ettikleri dünyada sadece bir parça olduğunu kabul etmişti. Bunu kabul etmekte zorluk çeken öznelerin şizofrenik, hatta paranoyak kişilik geliştirdiği görülmüştür. Psikanalitik simgeselleştirmede, çocuk anneyle babasını kendisinin görülmeyeceği bir şekilde, anahtar deliğinden gözetler. Bu bakış, çocuk için, ömürlük travmayla sonuçlanır. Zamanında, anneyle babasını görülmeden gözetleyen çocuk, kendisinin görülmeden gözetlendiğini düşünmeye başlar. Masallardaki yatakaltı cinleri, korku filmlerinde görülen perde arkasındaki katili, yine korku filmlerinde görülen hareket eden çocuk-şeklindeki-oyuncağin yarattığı tekinsizlik. Dahası, sevişirken gizli kamera kaydı yapan ‘sapık’ da aynı yanlış bilinçten doğmuştur.

Normallik buysa, psikanalizmin sonraki uygulamaları, özellikle Amerikan davranışçılığı, (Kesinlikle Freud, Jung, Reich, Klein ve Lacan böyle bir şey düşünmüyordu) bu normalliği tekrar üretmeye çalışıyorsa; Madeo ve Boş Ev’in tam da bu normalleşmeye, medenileşmeye alternatif getirmeye çalıştığı söylenebilir.

Özellikle Dil’e yapılan saldırılar burada önemlidir. Minimalist, sürrealist ve şiirsel sinemanın saldırdığı ilk şeyin dil olduğu herkesçe bilinir. Göz’ün Dil’e olan üstünlüğü vurgulanır ki bu anti-logosentrizme kadar gider. Bu bakımdan, Dil’in bolca kullanıldığı Madeo’nun ancak sonuna doğru Görsel logosun kendisini göstermesi ilginçtir. Madeo’nun getirdiği çözüm ancak kanlı evrelerden geçerek gerçekleştirilebilir. Zaten her ne kadar altıncı his vari bir anne-oğul ilişki yapısı kurulmaya çalışılmışsa da, anneyle oğul ilişkisinin sürekli olarak furustrasyona varması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Bu nedenle, Madeo, Boş Ev’e göre daha Ortodoks bir psikanalizm sergiler.

Oysa, Boş Ev’in Dil’sizliği, kahramanın görülmeden görme isteğinin gerçekleşmesiyle beraber düşünülünce, yönetmenin dehasını alkışlamamızı gerektirir. Hiçbir evin kendisine uymaması, nereye giderse gitsin Öteki’nden kurtulamaması, sahibinin yani babanın-isimlerinin sürekli olarak eve geri dönmesi, kahramanı sürekli yeni evler icat etmek zorunda bırakır. İcat etme, evin temizlenmesi ve bozuk eşyaların düzeninin tekrar sağlanmasına kadar götürülür. Burada temizlik ve düzeni yeniden inşa eden kahraman, psikopatolojik değilidr; hala Freud’un “aile romansı” dediği şeyi yaşamaktadır; ama yine de, düzen ve temizliği içsel bir zorunluluk nedeniyle gerçekleştirir. Bu zorunluluk, ötekinin kırıp döküp etrafa savurduklarının düzeltilmesi; fantezinin eylem sayesinde gerçekliğe dönüştürülmesidir (Yönetmenin gerçek ile rüya vurgusunu hatırlamalı)

Bir evde, sadece mekanı değil arzu nesnesinin kendisini de bulacaktır. Gerisini anlatmaya gerek yok. En üstteki sahne, yukarıda anlatılanlar ile yorumlanırsa, yönetmenin derdinin ne olduğu anlaşılabilir.

İçerik bakımından böyle ilerleyen filmin, biçiminin ve bizde bıraktığı etkilerin de tam ve katıksız bir haz duygusuna (görme arzusunun doyurulmasını sağlaması) dönüşmesi, sıkopofilik olan bizlerin, hem esasında ne görmek istediğini gösterir, hem de bu gösterinin nasıl kurulabileceğini.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder